21 Ağustos 2013 Çarşamba

Stigmatizasyon

Merhabalar,
 
Çok uzun bir aradan sonra beni düşünmeye sevk eden bir konuyla daha karşınızdayım: Stigmatizasyon.  Damgalamak ve toplum dışına itmek anlamında kullanılan bir terim.
 
 
 
 
Bu, Sosyologların, psikologların ve felsefecilerin ilgilendiği ama aslında tüm bireyleri ilgilendiren bir konu. Emile Durkheim, Erving Goffman ve Gerhard Falk, bu sosyologlar tarih içinde  konunun en önde gelen isimleri olmuşlar.
 
Goffman, stigmatizasyonu "belli bir niteliğe sahip bir kişinin bu niteliği sebebiyle toplum tarafından reddedilmesi durumu" olarak tanımlamış ve toplum tepkisi sonucunda kişinin normal kimliğinin hasara uğradığını da belirtmiş. Toplum bir kişiyi neden damgalar ve dışlar peki? Bu konuda da farklı sınıflandırmalar yapılmış ancak birkaç örnek sıralayacak olursak bunların hepimizin bildiği sebepler olduğunu fark ediyoruz. Hastalıklar, fiziksel arıza ve hasarlar, şişmanlık, zayıflık, etnik köken, dini inanış, cinsel eğilimler vs.. Yani toplumun büyük kesimi tarafından normal olmadığı iddia edilen nitelikler. Normal nedir öyleyse? Bu konuda da çalışan kişilere normatolog deniliyor ve bu da insanoğlunu uzun yıllardır meşgul eden bir problem.
 
İşin beni düşünmeye sevk eden kısmı ise stigmatize edilen kişinin yaşadığı sıkıntılar. Çok ciddi psikolojik ve sosyolojik sorunlar yaşıyor bu kişiler, intihara teşebbüse kadar varabiliyor sonuçları...
Çok masum bir örnek obez veya anoreksik insanlar, bu insanların doğuştan bazı sıkıntıları var ve yaşadıkları toplumsal damgalanma işlemi onların işlerini çok daha zorlaştırıyor. Mesela ayak veya ayakkabı fetişistleri... Bu niteliklerini dışa vurmak onlara çok zor geliyor, sebebi ise yine stigmatizasyon.
 
Toplum tepkisi insanların bu tür farklı niteliklerini dışlamak yönündeyken, kişiler bu niteliklerini paylaşmak ve yaşamak yerine gizlenmeyi tercih ediyorlar ve kişilikleri zarar görüyor. Yaşayanlar ise bu tepkilerle başa çıkmak için büyük mücadeleler vermek zorunda kalıyorlar.
 
Birey olarak bize doğru gelmeyen, itici gelen bazı nitelikleri bu şekilde damgalayıp, dışlamak bize daha steril ve sağlıklı bir toplum sunmuyor aslında. Kişileri bu şekilde dışladıkça onlar bozulan psikolojileri yüzünden topluma daha zararlı bireylere de dönüşebiliyor zaman zaman. Normal - anormal diye ayırmak yerine her insanı kucaklamak ve hayatını güzelleştirmek adına çaba sarf etmek daha doğru bir davranış şeklidir diye düşünüyorum.
 
Sevgiler, Melissa

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaz aylarında çalışan erkek modası beni çok üzüyor!

Merhaba,
 
Çok uzun bir süre girdi bu kez bloğumla arama. Sıcaklar bastırınca hep aklımda olan bir konu yeniden gündemime geldi. Plaza çalışanı erkeklerin yaz boyunca giyimi...
 
Yaz sıcaklarında pantolon, yakalı gömlek, kravat, kapalı mokasen ayakkabı giymek ne kadar korkunç. Bir tür kendine eziyet yöntemi sanki... Oysa biz kadınlar her zaman olduğu gibi üstün zekamızla yıllar önce bu problemi aşmayı başarmışız. Biz neler giyiyoruz? Yakasız bluz ya da gömlek, etek, açık ayakkabı...Püfür püfür geziyoruz, hatta çoğumuz, klimalı ortamlarda ceketimizi, hırkamızı üstümüze almak zorunda kalıyoruz.
 
Peki, neden böyle olmuş acaba? Neden erkekler de yazın şort, bermuda pantolon, çorapsız giyilebilen açık ayakkabı, yakasız, ince kumaşlardan yapılmış gömlekler giyemiyorlar iş yerinde? Aslında eski çağlarda erkekler, etekler, sandalet tarzı hatta hafif topuklu ayakkabılar, tunikler ve uzun elbiseler giyebiliyorlarmış. Romalılar, Araplar, Eski Yunanlı ve Mısırlılar bu konularda hiç sıkıntı çekmemiş gibi görünüyorlar. Ne olduysa ağırlıklı olarak 19. yüzyılda olmuş. 1950'lerden itibaren bu eski alışkanlıklar canlandırılmaya çalışılmışsa da başarılı olunamamış. Açıkçası benim bildiğim, erkeklerin özellikle sıcak iklimlerde genital bölgeyi serin tutması sağlıkları için daha olumlu bir davranış.
 
 
Bir çok açıdan anlamsız olan bu toplumsal baskı sonucu erkek giyimi günümüzde çok sınırlı kalıplar içinde kalmış. Rahatlıktan ve pratiklikten uzak kalmış çoğu zaman da. Benim fikrim, kadın veya erkek olsun herkesin rahat ettiği, kendini mutlu hissettiği kıyafetleri giyebilmesinin doğru olduğudur. Giysi dediğimiz şey, sonuçta biraz  kumaş ve biraz deriden oluşmuyor mu? Şeklinin neye benzediği neden bu kadar önemli olsun ki?
 
Sevgiler, Melissa

6 Nisan 2013 Cumartesi

Hayat yorgunluğu mezarda geçmez

Merhaba,
 
Çok yoğun günler geçirdim. Yaş, otuz beşi geçince daha çabuk yoruluyor insan. Bir nevi hayat yorgunluğu yavaş yavaş üzerinize oturmaya başlıyor. Yılların getirdiği bu yorgunluk, bünyede, umut azalması, hayal kırıklığı,  hatta hayattan bezme şeklinde belirtiler oluşturabiliyor. Ancak hayat yorgunları için tek sözüm şudur: Hayat yorgunluğunu ancak mezarda dindirebilirim deyip sakın hayatınızı aceleye getirmeyin.
 
Yorgunsanız mutlaka bir takım sebepleri vardır. Fiziksel yorgunluk, sağlıklı olduktan sonra sorun değildir. Önemli olan zihninizin rahat olması ve hayata olan bağlılığınızı yitirmemenizdir. Bunun için size tavsiyem yorgunluğunuzun sebebini bulmak için kendinize zaman ayırın.
 
Sizi bu hale getiren sebepler, konular, kişiler, olaylar hangileri? Düşünün, mutlaka bulacaksınız. Birer birer aklınıza gelmeye başladıklarında onları sizi rahatsız etme düzeylerine göre sıralayın. Şu kişi beni en çok mutsuz kılan insandır, şu olay benden çok şey alıp götürdü vs. Lütfen kendinize yalan söylemeyin, dürüst olun, içinizi içinize dökün. Sizi yoran, üzen, mutsuz kılan ayrıntıları bulun. Bu eviniz olabilir, eşiniz olabilir, işiniz olabilir... Ne kadar zor görünse de bunları hayatınızdan çıkarmak zorundasınız. Bunu zamana yayabilirsiniz ancak süreyi  çok uzatmamalısınız. Çıkarmam/çıkaramam diyorsanız, yorgunluğunuz artarak devam edecektir, çok üzgünüm ancak gerçek bu. 
 
Lütfen hayatınızı sizi mutsuz eden ve yoran ayrıntılardan mümkün olduğunca temizleyin ve geri kalan hayatınız süresince de yeni ayrıntılar eklerken ne yaptığınızdan emin olarak bunu gerçekleştirin.
 
Herkese dinç ve dingin hayatlar diliyorum.
 
Sevgiler, Melissa.

28 Mart 2013 Perşembe

Özgürlüğün yolu yalnızlıktan geçer

Merhaba,
 
Yazmayı özledim. Geçen akşam geç saatte denize karşı bir şeyler yudumlarken, yalnızlığımı hissettim ve düşündüm. Bahsettiğim yalnızlık, tamamen toplumdan soyutlanmak anlamında değil sadece birilerine karşı uzun süreli bağlılığın olamamasından bahsediyorum. Sosyal yaşantınıza devam ederken hiç bir bağlılığınızın olmaması durumu.
 
Ben otuz yaşımı geçeli bayağı oldu. Hiç evlenmedim, hatta kalkışmadım bile, altı aydan uzun süren ilişkim bir, iki tanedir. İlişki uzadıkça beklentiler değişiyor, beraber hayatı paylaşmak, birbirinin varlığından keyif almak insanlara yetmez oluyor. Sahiplenmek istiyor insanlar birbirini, bu da kısıtlamaları getiriyor. En sonunda da insanlar birlikteliklerinden ve hayattan keyif almayı bırakıp, bu sahiplenme duygusunun peşinden koşarken mutsuzluğa kapılıyorlar.
 
Özgürlüğü elinden alınan her canlı gibi mutsuzluk, insanı da içten içe kemirmeye başlıyor. Hayatını istediği gibi yaşayamamak, tercih yapamamak insanı renksizleştiriyor. İstediği gibi gitmeyen her şeyin sorumluluğu ilişkiye ve karşısındaki kişiye yükleniyor. İlişki bir prangaya, karşıdaki de gardiyana dönüşüyor.
 
Bunda kimsenin suçu yok, insan böyle bir yaratık. Yaradılışı gereği  uzun süreli birlikteliklere uygun değil. Yalnızlık bir nevi insanın kaderi aslında. Sosyal bir yaratık olan insanın, uzun süreli bağlılıklar söz konusu olduğunda düştüğü durum çok ironik.
 
Söz konusu özgürlük, kendi kimliğini ortaya koymak ve varlığını anlamlı kılmak olduğunda,  sanırım tek yol yalnızlıktan geçiyor.
 
Tüm yalnızlara sevgiler, Melissa

24 Mart 2013 Pazar

Neden kadınlar erkeklerden üstündür?

Merhaba,
 
İnternette okuduğum bir makaleyi özetleyerek burada paylaşmak istedim. Makalenin adı; "Neden kadınlar üstün olan cinstir?".
 
Erkekler ve kadınlar arasında yapılan bir üstünlük yarışında toplanan puanları özetleyeceğim ve tabi ki skoru da sonunda göreceksiniz. Tüm söylenenler tamamen bilimsel gerçeklerdir, şüpheniz olmasın.
 
 
Kadınların topladığı puanlar:
 
  • Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşarlar. (istatistiksel olarak ortalama 5-10 yıl arası)
  •  
  • Kadınların acı eşiği erkeklerden daha yüksektir, yani acıya daha dayanıklıdırlar. (doğum yapmak ile ilgili doğal bir adaptasyon)
  •  
  • Kadınlar açlığa erkeklerden daha dayanıklıdırlar. (vücutlarında daha çok yağ daha az kas vardır)
  •  
  • Erkeklere göre daha doğa dostu yaratıklardır. (daha az enerjiye ihtiyaç duyarlar ve daha az tüketirler)
  •  
  • Sosyal ve duygusal zekaları erkeklerden daha gelişkindir. (neredeyse hiç kadın seri katil yoktur)
  •  
  • Çift X kromozomlu biyolojik yapıları sayesinde erkeklerden çok daha sağlıklıdırlar.
  •  
  • Partenogenez yani döllenmesiz çoğalma yetenekleri sayesinde erkeğe ihtiyaç duymadan üreme yetenekleri vardır. Doğan çocuk da dişi olacaktır.
  •  
  • Kadınlar çoklu orgazm olabilirler. Üst üste sınırsız kez hem de.
 
Kaç etti? Sekiz. Ya erkekler, buyurun:
 
Erkeklerin topladığı puanlar;
 
  • Fiziksel olarak kadından güçlüdürler. (vücutlarında kas oranı daha fazladır)
  •  
  • Reaksiyon süreleri daha düşüktür. (daha hızlı tepki verebilirler)
 
İki, evet, sadece iki puan.
 
Skor ortada, 8-2 biz kazandık yarışmayı. Meraklanmayın sosyal zekamız sayesinde sevinirken sizi dövmeye ya da öldürmeye kalkmayız.
 
Sevgiler, Melissa


Kaynak: http://www.psychologytoday.com/blog/think-well/201102/why-women-are-the-superior-gender

Erkek fahişeler

Merhaba,
 
Bir süredir bloguma vakit ayıramıyordum. Ama bu sabah yine gazetede gördüğüm bir haber beni düşünmeye ve yazmaya sevk etti.
 
 
Zaman zaman duyduğumuz haberlerden de bildiğimiz üzere genelevlerde çalışan kadınların durumu içler acısı. Ne kendileri, ne çocukları, ne de yakınları rahat edebiliyor. Kimse onların da insan olduğunu, duyguları ve hakları olduğunu düşünmüyor. Neredeyse hiç birinin bu işe kendi seçimiyle başlamadığını ve kendi seçimleriyle de bu işten ayrılamadıklarını  biliyoruz.
 
Üstelik yaptıkları bu iş yasal. Bu konuda kanunlar var. Resmi bir köle ticareti değil mi bu? İhtiyaç var ve kontrol altında olsun istiyoruz, bu yüzden böyle bir düzen var denilebilir ancak bu işin devlet tarafından bizzat yürütülüyor olması bana çok da doğru gelmiyor. Hele ki insanlar bu koşullarda çalışıp, yaşamak zorundayken.
 
Eğer bu bir cinsel ihtiyaç olarak görülüyorsa, kadınların da böyle ihtiyaçları olabilir. "Erkeklerin de benzer şekilde çalışması normal karşılanmalıdır" düşüncesine karşı çıkılmamalı öyleyse. Okuduğum röportajda bu tür bir girişim için binlerce adayın başvurduğu ve büyük kısmının para  kazanabilmek için bu işi yapmak istediği söylenmiş.
 
Benim düşüncem, ne erkek, ne de kadın için böyle bir uygulamaya ihtiyaç kalmaması için bir şeyler yapılması gerektiğidir. Bence kadın-erkek ilişkisinin tabu olmadığı bir ortamda bu ihtiyaç büyük ölçüde azalacaktır. Birbirine yaklaşmaya, konuşmaya, yakınlaşmaya cesareti olmayan, karşı cinsi böyle ortamlarda veya evlendikten sonra, tanıma fırsatı bulan bir toplumun sağlıklı olamayacağını söylemek yanlış olmaz sanırım. Önce birbirimizi tanıyıp, farklı türlerde canlılar değil, sadece farklı cinsiyetlerde insanlar olduğumuzu anlamaya fırsatımız olursa hem genelevlerden kurtuluruz, hem de kadına şiddet ciddi oranda azalır diye düşünüyorum.
 
Biraz sevgi lütfen, Melissa

19 Mart 2013 Salı

Hayata teslim olmak

Merhaba,
 
Hayat hakkında düşünmeye devam ediyorum. Benim tecrübelerimden çıkardığım kadarıyla hayata teslim olmak gerek. Hayatla savaşmamak, ona direnç göstermemek, içinizden akıp geçmesine izin vermek gerek.
 

 
 
Bu ancak kendinizle barışabildiğinizde gerçekleştirebileceğiniz bir şey. Öncelikle tüm samimiyetinizle kendinizi kabullenin. Biliyor musunuz bence insanın en çok kandırdığı kişi kendisidir. Kendimize karşı dürüst olmayı beceremeyiz bir türlü. İçimize yalanlar söyler sonra onlara inanırız. Neysek o olduğumuz kabullendiğimizde kendimizi sevmeye başlarız, aramızdaki duvar yıkılır ve gerçek benliğimizle samimi olma fırsatı buluruz.
 
Ancak o zaman hayatın esintisini tenimizde hissedebiliriz. Hayatın kasırgalarına karşı ayakta kalabiliriz. Hayatın bizi sürüklediği yere sorgusuz gidebiliriz. Mutluluk bu teslimiyetin sonunda gelir. Bırakın hayat sizi teslim alsın, siz de onun tadını sonuna kadar çıkarın.
 
Sevgiler, Melissa 

18 Mart 2013 Pazartesi

İşini sevmeyenler

Merhaba,
 
Hayatınızı sevdiğiniz işi yaparak mı kazanıyorsunuz? Öyle değilse ki büyük ihtimalle durum budur o zaman işiniz zor. Hayatın anlamını düşündüğümde -sık sık yaparım bunu- bulduğum en büyük ikilemlerden biri hep bu oluyor.
 
Bir önermeler dizisiyle anlatmaya çalışayım.
 
 
  • İnsan yorulmadan dinlenemez.
  • İnsan boş durmak için yaratılmış bir varlık değildir.
  • İnsan keyif aldığı her neyse onu yapmak ister ve o işi iyi yapar.
  • İnsan günümüzde para kazanmak zorundadır.
  • Para kazanmak için bulabildiği işi yapmak zorundadır.
 
Ah o son iki önerme olmasa ne iyi olurdu değil mi? Hele o son önerme yok mu? O en kötüsü bence. Para kazanmak zorundayız, bunu kabul ettik diyelim. Ancak çoğumuz bunun için sevmediği işleri yapmak zorunda kalıyor, hem de bir ömür boyunca. Bu insanoğluna yapılan en büyük haksızlıklardan biri gibi görünüyor.
 
Düşündükçe bulduğum farklı bir bakış açısını paylaşmak isterim. Hem de yeni bir önermeyle:
 
  • Yaptığınız iş ne olursa olsun içinde mutlaka sizin sevdiğiniz bir parça vardır .
 
Bunu mutlaka bulup çıkarmayı deneyin. Büyük ihtimalle farkında değilsiniz  ama bu olmadan o işe her gün gidemezdiniz emin olun. İnsanları seviyor olabilirsiniz, öğretmeyi seviyor olabilirsiniz, açık havayı seviyor olabilirsiniz, rekabeti seviyor olabilirsiniz, manzarayı seviyor olabilirsiniz, sadece işe yarıyor olma hissini seviyor da olabilirsiniz. İnanın ki en az bir parçasını seviyorsunuzdur işinizin. Benim tavsiyem o parçayı körükleyin, bırakın alevlensin. Bu sizi farklı ve ayrıcalıklı yapacak.
 
İnsanların en hayranlıkla baktıkları kişiler, yaptığı işten keyif aldığı belli olanlardır. İşinizin bir parçasını bile sevseniz, onu diğerlerinin önüne koyup büyüttüğünüzde arkada kalanları ne siz, ne de başkaları artık göremeyecektir. Bunu deneyin derim.
 
Sevgiler, Melissa

17 Mart 2013 Pazar

Pazartesinin gölgesindeki Pazar

Merhaba,
 
Pazar günlerinden hiç hazzetmem. Hele kadınsanız Pazarları daha da beterdir. Hele çalışıyorsanız iyice beterdir. Hele hele evliyseniz bin beterdir (neyse ki değilim).
 
 
 
 
Benim tipik pazar günüm keyifli bir kahvaltıyla başlar. Dışarı çıkacaksam çıkarım. Dönene kadar her şey iyidir. Sonra evi biraz toparlamak gerekir veee çalışan kadın olarak Pazartesiye kendimi hazırlamaya sıra gelir. Bu son iki işi yaparken, Pazartesi kara bir gölge gibi yaklaştıkça yaklaşır, büyüdükçe büyür. Üzerime gelen Pazartesinin gölgesinde hafta sonu boyunca hiç ilgilenmediğim evimi toplamam gerekir. Kuru yemiş döküntülerini, kül tablalarını, ojeli pamukları, bulaşıkları, kirli naylon çorapları ve çamaşırları, hafta içi giyilip bırakılmış ayakkabıları, evin dört bir köşesinden toplar, ilgili yerlere götürürüm. Ortalık biraz toplansa da ilgili yerlerdeki işler daha bir iki saat bitmez.
 
Sıra kendime gelince, kadın doğduğuma her pazar küfrü basarım. Tüy kontrolü yapılacak, banyo yapılacak, kremler sürülecek, saçlara şekil verilecek, tırnak bakımı yapılacak, oje sürülecek ve sonuncusu ve en beter olanına sıra gelecek: Yarın ne giysem?
 
Bu "yarın ne giysem" süreci bir saatte biterse, şanslı günümdeyim demektir. Üst seç, alt seç, uygun çorap bul, uygun ayakkabı bul, uygun aksesuar bul vs. Bazen çorabın tonu tutmaz, bazen ayakkabının rengi, bazen kıyafet sade, aksesuar çok iddialı olur, bazen ayakkabı çok abiye, giysi çok spor kaçar. Sonuçta defileye çıkmış kadar giysi değiştirir ve yorgun düşerim.
 
Evli ve anne olanlar bu işlerin benzerlerini birkaç kişi için yaparlar. Açıkçası korkutucu...
 
Uzun lafın kısası Pazar, Pazartesinin gölgesinde yaşayan sinik ve kaypak bir gündür. Pazar günü tek tatil günü olanlardan şimdiden özür dilerim.
 
Sevgiler, Melissa

16 Mart 2013 Cumartesi

Ayak fahişeliği?

Merhaba,
 
Birkaç gündür yazamadım. Ancak bu gün Hürriyet gazetesindeki haberi yazmadan geçemeyeceğim. ABD'de yeni trendin bu fetiş salonları olduğu söyleniyor, güzel ayaklı kadınların ücret karşılığı ayaklarını ovdurup, yalattıklarından bahsediyor. Haberde bu kadınların haftada 500 dolardan fazla para kazanabildiklerini de ekliyor.
 
 
Tam da Amerikalılara göre akıllıca bir girişim. Tam anlamıyla fırsatı paraya dönüştürmek için yapılan bir hamle. Dünyada o kadar çok ayak ve ayakkabı fetişisti varken böyle bir sektörün bu kadar geç devreye girmesi bile şaşırttı beni açıkçası.
 
Ancak halihazırda yasal bir iş değil, oysa ki sadece ayaklar ortada ve cinsellik tamamen ayaklara yönelmiş durumda. Bunun çok daha fazlasının legal olarak yapıldığı ortamlar da mevcut aslında.
 
 
 
Haber beni epey düşündürdü.
Düşündüklerimi maddeler halinde sıralayacağım:
 
  • Bu aslında malumun ilanıdır. Uzun yıllardır var olan bu gerçek alenileşmiştir.
  • Bu son yıllarda medyanın pompalamasıyla artmış yapay bir olgudur. Yapay fetişistler oluşmuştur.
  • Bu kadınlara bir hakaret ve aşağılamadır.
  • Bu kadınlar için övgüdür. Ayrıca para için daha beter işler yapmaktansa bir tür çözümdür.
  • Bu sömürü düzenine eklenen yeni bir halkadır.
  • Bu iş zaten yapılmıyor muydu? Yeni bir sektöre dönüşmesi gerekli miydi?
 
Hepsi de aklımdan geçen düşünceler. Hangi açıdan baktığınıza göre doğrulukları değişir. Ancak ayak ve ayakkabı fetişistliği çok uzun bir var olan bir gerçektir. Kimse en azından bunu görmezden gelmemeli.
 
Sevgiler, Melissa

14 Mart 2013 Perşembe

Retifizm

 
Merhaba,
 
Retifizm kelimesi 1700'lerin sonunda yaşamış olan Fransız bir yazar olan Nicolas-Edme Rétif'in soyadından gelmektedir ve ayakkabı fetişizmi anlamında kullanılır. Günümüzde çok az kullanılmakla beraber literatürde kullanımı hala mevcuttur.
 
 
 
Ayakkabı fetişizminin en yaygın fetiş türü olduğunu biliyor muydunuz? Bir fetişi olan kişilerin yüzde altmış dördünde ayakkabı fetişi de varmış. 19. yüzyılda orta Avrupa'daki gençler bağlılıklarını ve tutkularını göstermek için sevgililerinin ayakkabılarından şampanya içerlermiş. Fransız ayakkabı tasarımcısı Christian Louboutin 2009'da bu eski adeti anmak adına kadeh şeklinde bir kadın ayakkabısı tasarlamış ve ciddi eleştiriler almış.
 
 
 
Sık sık popüler kültürde de karşımıza çıkan bu fetiş bende de var. Ayakkabılara ciddi bir düşkünlüğüm var. Zengin falan değilim ancak indirimdir, kampanyadır takip edip ciddi bir koleksiyon oluşturmak niyetindeyim. Son 15 yıldır koleksiyonuma yeni ayakkabılar katmak için uğraşıyorum. Bu arada koleksiyon deyince yanlış anlamayın, alıp dolaba atmıyorum, kullanıyorum da. O da işin diğer zevkli kısmı. Ancak kalıcı olabilmeleri için iyi bakmak gerekiyor ayakkabılara.
 
 
Favorilerim mümkün olduğunca yüksek topuklu ve abiye ayakkabılar. Zarif babetleri de seviyorum ama topuklunun yeri bambaşka. Çizmeye çok düşkün değilim ama kısa botları severim.
 
Bir çok kişiden bu konuda olumsuz eleştiriler aldım. Açıkçası çok da umurumda olmadı. Benim tarzım böyle ve kimseyi de olumsuz etkilediğimi sanmıyorum. Varsınlar eleştirilerine devam etsinler, inanıyorum ki benim gibi düşünen ve bana hak veren pek çok insan da var.
 
Ben almaya ve giymeye devam etmek niyetindeyim, seven, sevmeyen herkese duyurulur.
 
Sevgiler, Melissa








13 Mart 2013 Çarşamba

Alışveriş

Merhaba,
 
Ben iyice sapıttım sanırım, saat iki ve ben hala ayaktayım. Alışveriş krizine girdim. Alışveriş modern zamanların en iyi sakinleştiricisi. İçinde yaşadığımız bu yüzyılda insanların hele de biz kadınların rahatlayıp, mutlu olmak için kullandıkları bir numaralı ilaç. Maalesef ben de bu ilacın bağımlısı olan zavallılardan biriyim.
 
Özellikle moralsiz olduğumda, sıkıntılı ve tekdüze zamanlarda alışveriş ihtiyacı tavana vuruyor. Bu gece de öyle bir gece... Kendimi kocaman bir alışveriş caddesinde -AVM'leri pek sevmiyorum da- elimde limiti bol bir kredi kartıyla hayal ediyorum. Aç bir kurt gibi vitrinlere baktığımı, mağazalara dalıp, malları darma duman ettiğimi görüyorum.
 
En az beş ayakkabıcı, iki çorap ve iç çamaşırı dükkanı, iki kozmetik mağazası, on da giyim mağazası keserdi beni. Yorgunluktan baldırlarım tutulduğunda bir yerlerde oturup bir şeyler içer ardından da talana devam ederdim.
 
Torbalarımı koluma takıp mutlu küçük bir kız gibi eve koşardım. Torbaların içinde ne olduğunu bilmezmiş gibi sevinerek açar, içindekileri denerdim.
 
Veee tüm keyfim bir kaç saat içinde biterdi. İşte bu çılgınlığın sonu hep aynı. Tam bir müptelalık durumu. Önce içinizde kabaran bir arzu, dayanamayıp zevkten delirerek yapılan alışveriş faslı, yavaş yavaş heyecanın azaldığı ama bitmediği deneme safhası ve kaçınılmaz son; pişmanlık.
 
Bile bile bu süreci defalarca yaşadık hepimiz ve sanırım ben yarın da bir kez daha yaşayacağım. Sonunu bilmeme rağmen aynı heyecanla.
 
Sevgiler, Melissa
 
 

12 Mart 2013 Salı

Hayatın anlamı

Merhaba,
 
Düşünmeye devam. İnsan hayatını nasıl anlamlandırır? Bunun için çok zaman veya çok para ya da çok yetenek mi gereklidir? İnsan hayatına anlam katacak şeyleri nasıl keşfeder?
 
Benim bazı cevaplar bulmam bu soruları sormamdan çok uzun zaman sonra gerçekleşti. Hayatı anlamlandırmak demek, çok önemli, kimsenin yapmadığı, muhteşem bir şeyler ortaya koymak değil. Kendi hayatınıza anlam katacak, farkındalığınızı arttıracak, yaşamaktan keyif almanızı sağlayacak, sizi mutlu edecek bir şeyler yapmak. Son derece basit, mütevazi aktiviteler de olabilir bunlar.
 
Bunların neler olduğunu keşfetmek aslında çok basit. Akşam yatarken, ertesi gün veya sabah uyandığınızda, gün içinde neler yapmayı istiyorsunuz? Ne yapmak hevesiyle uyuyor ya da uyanıyorsunuz? Bunun farkına varmak yeterli. İşte hayatınızı anlamlı kalacak şeyleri böyle yakalayabilirsiniz.
 
İçinizde bulduğunuz istekler size çok ilginç veya önemli gibi görünmeyebilir, sıradan ve basit gelebilir. Bu konularda yeteneğiniz olmayabilir, imkanlarınız da olmayabilir. Ancak denemeye başladığınızda göreceksiniz ki yaşadığınızın farkına varıyorsunuz, hayatınız anlam kazanıyor. Mutlu olacak, yaşama dört elle sarılacaksınız.
 
Hayatın anlamı yaşıyor olmak değildir, hayatınızın anlamını bulduğunuzda yaşamınız değer kazanır.
 
Sevgiler, Melissa

11 Mart 2013 Pazartesi

Neden topuklu ayakkabı?

Merhaba,
 
Topuklu ayakkabıların ilk olarak yaklaşık 5500 yıl önce eski Mısır'da kullanılmaya başlandığını biliyor muydunuz? Ya bazı tarihçilere göre eski Roma'da fahişelerin  yüksek topuklu ayakkabılar giydiğini ve bunun ayırt edici bir özellik olduğunu?
 
Kadınlar tüm bilinen olumsuz etkilerine rağmen neden hala topuklu ayakkabı giyiyorlar sizce?
 
  • Baldır ve kalçaların görüntüsünü güzelleştirir ve vurgular.
  • Duruşu dikleştirir.
  • Daha uzun boylu gösterir.
  • Bacakları daha uzun gösterir.
  • Ayakları daha küçük gösterir.
  • Ayak parmaklarını daha kısa gösterir.
  • Ayakların kavisini belirginleştirir.
 
Daha ne olsun değil mi?
 
İlk feministler önceleri kadınları acizleştirmek için uydurulmuş bir yöntem olduğunu söyleyerek karşı çıksalar da ikinci nesil feministler bu görüşte değiller. Açıkçası ben kadın haklarını elimden geldiğince savunan biriyim ama hiçbir zaman topukludan vazgeçemedim.
 
Elimizde erkeklere karşı kullanabileceğimiz böyle bir araç varken, neden hayır diyelim ki? En kötü ihtimalle çıkarır kafasına atarsınız, epey de acıtır. İşin şakası bir yana ben sevenin giymesi taraftarıyım.
 
Bir diğer taraftar olduğum konu da yakışanın giymesi. En azından ayaklarımızı ve bacaklarımızı bakımlı tutalım ki ayakkabının vurguladığı bölgelerde sorun yaşamayalım, kaş yapalım derken göz çıkartmayalım.
 
Sevenlere bol topuklu günler dilerim, Melissa

Ayak mı dediniz?

Merhaba,
 
Aklıma takılanları yazmaya devam ediyorum. Ayak, çorap ve ayakkabı fetişizmi gençliğimden beri haberdar olduğum ve ilgimi çeken bir konu olmuştur. Sanırım bunun sebebi giyim kuşam konusunda kendimi bildim bileli ayakkabı ve çorabı en önemli öğeler olarak görmem. Kadınların alışverişe olan düşkünlükleri malumumuz. Ancak benim alışveriş konusundaki odağım hep ayakkabı ve çorap oldu. Her hafta bir çorap dükkanına, her ay da bir ayakkabıcıya uğrayıp bir şeyler almazsam kendimi rahatsız hissediyorum.
 
Ancak bunun karşı cinsin ilgisini ciddi anlamda çektiğini fark etmem yirmili yaşlarıma rast geliyor. Açıkçası bu konunun son yıllarda modacılar ve medya tarafından ciddi destek gördüğünü ve pek çoklarının bundan ciddi kazanç sağladığını düşünüyorum. Mesela müzik kliplerinde, reklamlarda mutlaka bu konuya vurgu yapılıyor. Moda denince ayakkabı neredeyse başlı başına büyük bir sektör. İnternetten alışverişin yaygınlaştığı günümüzde her gün yeni ayakkabı mağazaları boy gösteriyor. biz kadınlar, sahip olduğumuz ayakkabı sayısını ya da markalarını bir statü sembolü olarak görüyoruz.
 
Şöyle genel bir araştırma sonucunda ayak fetişizminden ilk kez 1200'lerde bahsedildiği anlaşılıyor. Casanova, Elvis Presley, Andy Warhol gibi çok ünlü kişilerin, birer ayak fetişisti olduğu söyleniyor. Günümüzdeki bombardımanın altında bu konu çok daha yaygın hale geldi ve gizli olmaktan çıktı.
 
Açıkçası bundan hoşlanan erkeklerin var olduğu bir ortamda, bu avantajı kullanmak isteyen kadın sayısı da artıyor. Ancak kendisi de ayak, ayakkabı ve çorap konularına ilgili olmayan kadınlar bu avantajı her zaman doğru kullanamıyorlar kanımca.
 
Ayak fetişizminin bir cinsel sapkınlık olmadığı, insanın cinselliğinin normal çeşitlemelerinden biri olduğu pek çok uzman tarafından kabul ediliyor. Bu konuyla ilgilenenlerin hayatlarına mutluluk katan bir faktör olarak sürdürülebiliyor.
 
Fetişizmden bağımsız, kendi adıma ne yüksek topuklu ayakkabılardan ne de çoraplardan vazgeçeceğimi düşünmüyorum. Liberal bir bakış açısıyla baktığımda, "insanlar bir birlerine zarar vermedikleri sürece bırakalım bu kadar özgürlükleri olsun"  diyorum.
 
Sevgiler, Melissa

10 Mart 2013 Pazar

Ah İstanbul

Merhaba,

İstanbullu olmak kolay değil. Kalabalığıydı, trafiğiydi, gürültüsüydü derken canınızı çıkarıyor.Burası kozmopolit bir şehir, her türlü insan var. Mesafeler çok uzun, her yer çok kalabalık, hayat pahalı. Kimi zaman tehditkar,  kimi zaman sahtekar bir şehir. Huysuz, asık suratlı, kibirli de olabiliyor. Hepsi doğru.
 
Ama bir yüzü var ki bu şehrin, her şeyi unutturuyor. Sakin saatleri, ıssız mekanları, saklı hazineleri var. Üstelik bunların hepsi bedava. Akşam çökmeye başladığında veya sabah yeni aydınlandığında herkesin tersine hareket ederseniz bunları bulabilirsiniz. Hafta içi bir gün Ortaköy'de yalnız ve sessiz bir kahvaltı edebilir, martılar size eşlik ederken, çayınızı yudumlayıp, simidinizi paylaşabilirsiniz.  Ya da bunu yapmayı Anadolu Kavağı'nda deneyebilirsiniz. Tek yapmanız gereken erken kalkmak. Bir Pazar akşamı herkes evine koşarken, siz çıkıp Karaköy'e gidebilir, harika tarihi yarımada manzarasını karşınıza alıp balık ekmeğin tadına varabilirsiniz. Hafta içi bir akşam biraz üşümeyi göze  alırsanız Moda'ya gidip engin denize karşı bir kahve yudumlayabilirsiniz. Sadece üşenmeyin yeter, buna değdiğini göreceksiniz.
 
Lütfen İstanbul'u bırakıp gitmek zorunda kalmadan ya da İstanbul bizi bırakıp gitmeden bu güzelliklerin farkına varalım. Hayat böyle anlamlı, mutluluk böyle yakın.
 
Sevgiler, Melissa
 

Kadın olmak

Merhaba,
 
Öncelikle gecikmiş de olsam kadınlar günümüzü kutlarım. Her ne kadar kadın olmak dünyanın neredeyse her yerinde çok zor olsa da kadın olmaktan çok mutluyum.
 
Kadınların dünyayı erkeklerden çok farklı duyumsadıklarına inanıyorum. Bizler her şeyin tadını, kokusunu, sıcaklığını, korkusunu daha yoğun yaşıyoruz. Hislerimiz ve farkındalığımız daha yüksek seviyede. Aşkı da, sevgiyi de, nefreti ve kıskançlığı da tam kalbimizde hissedebiliyoruz. Küçük yaştan itibaren sorumluluk duygumuz daha çabuk gelişiyor. Duygusal yönümüz ağır basıyor gibi görünse de aslında yaşama çok daha akılcı bakıyoruz. Daha barışçılız. Doğaya karşı daha duyarlıyız. Yenilik ve değişikliklere daha açığız. Daha esnek ve uyumlu bir yapımız var.
 
 
Tüm bunları göz önüne aldığımda kadın olduğuma şükrediyorum. Hayatı  içimdeki istek ve hayallerin farkında olarak yaşayabildiğim için çok şanslıyım. Dünyaya yeni hayatlar kazandırabileceğim için çok guruluyum. Dünyanın daha iyi bir yer olması için katkımızın çok büyük olduğunu düşünüyorum. 
 
Tarih içinde kadının çok yükseklerden bu gün olduğu konuma inmesinden rahatsızım. Değerimizin tekrar anlaşılması ve insanlığa ne anlam ifade ettiğimizin hatırlanması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Zorluklar aşılmak içindir, biz kadınlar olarak içimizde varolan gücü doğru kullanabilirsek engelleri aşmamızın sorun olacağını düşünmüyorum.
 
Kadın doğmayı sakın şanssızlık olarak görmeyin, gururlu ve inançlı olabilirsek mutluluğa giden yol bizim açacağımız yol olacaktır.
 
Tüm kadınlara ve erkeklere sevgiler, Melissa

6 Mart 2013 Çarşamba

Uyku... hani nerede?

İyi geceler,
 
Ben çok zor uyurum. Düşünüyorum da yatağa yattığında düşünmesi gereken neden benim? Sanki kötülükler kraliçesiyim, sanki süper gizli planlarım var, sanki büyük günahlarım var... Anlayamıyorum. Yatınca çabuk uyuyabilmek için denemediğim numara kalmadı ama olmuyor bir türlü.
 
Ilık süt içmek, ılık suyla duş yapmak gibi aklı başında yöntemlerin yanı sıra kendimi çok yormak, sızacak kadar geç saatlere kadar ayakta kalmak gibi saçma yöntemler de denedim ama olmadı.
 
Diğer yandan zaman zaman kullandığım depresyon ilaçları için, uyku yapar deniliyor ama benim için geçerli değil sanırım. En huzurlu olduğumu hissettiğim zamanlarda bile yatınca huzurum kaçıyor. Uyumak zorunda olduğumu bilmek bende stres yaratıyor adeta. Olmadık saatlerde olmadık yerlerde yaptığım şekerlemeler çok daha huzurlu ve dinlendirici olabiliyor.
 
Bu gecede uykum fena halde kaçmış durumda, belki birkaç satır yazıp içimi dökersem rahatlarım diye düşündüm. Bakalım blog uykuya ne kadar iyi geliyor. Deneyip göreceğim.
 
Hepinize iyi uykular, sevgiler, Melissa
 
 
 
 

Japon sokak modası ve düşünceler

Merhaba,

Dün NTV haber sitesinde gördüm, aslında bilmediğimiz bir şey değildi ama tekrar görünce aklıma takıldı. Bu Japon sokak modası bizde tutmaz mı acaba? Ben dizüstü çoraplarla topuklu ayakkabıların bir arada kullanılmasını çok hoş buluyorum açıkçası. Kısa şort ya da etek, dizüstü çorap ve bootie tabir edilen botlar veya platformlu ayakkabılar. Tabi ki özellikle gençlere hitap edecek bir moda ancak kendine güvenen hanımlara da yakışabilir.
 
 
Ben açıkçası denemek niyetindeyim Hatta ayna karşısında denedim bile ve ne yalan söyleyeyim güzel oldu gibi geldi. Tek kaygım sokakta  abuk subuk yakıştırmalar yapılması. Sadece erkekler tarafından değil belki daha da çok kadınlar tarafından. geliyor bu olumsuz yorumlar.
 
Tamam, giyinirken düşünmek gerek, özellikle de hoş durmayan bir seçimden kaçınmalı insan. Ancak iddialı giyinen herkese yaftayı yapıştırmak hiç doğru değil. Benim topuklu ayakkabılara tutkum bellidir, yakıştığı sürece iddialı olmasına pek bakmam ama sadece topuklu ayakkabılarım için bile çok defalar eleştiri aldığımı bilirim.
 
Kıyafet ve aksesuar seçimi, saç rengi ve kesimi, makyaj konularında kadınların kadınlara yaptığını kimse yapmaz. Bunu bilir de pek paylaşmayız. Biz kadınlar bu konuda birbirimize karşı çok da dürüst olmayabiliyoruz. Dozunda kaldığı sürece doğamızın bir parçası deyip geçebiliriz belki ama sınırı aşamamak gerek.
 
Giyinirken bence dikkat edilmesi gereken nokta vücudunuzun beğendiğiniz kısımlarını sergilemek, iyi olmadığını düşündüğünüz kısımları ise mümkün olduğunca ortaya çıkarmamak. Üzerinizde iddialı bir parça taşıyorsanız, mutlaka geri kalan parçaları uyumlu ve sade seçmekte fayda var. Denge kurulduktan ve görüntü hoş olduktan sonra isteyen istediğini desin, boş verin bence...
 
 
 
 

4 Mart 2013 Pazartesi

Libido problemi

Merhaba,
 
Aklıma takılan bir konu var. Libidosu yüksek olmak kadına verilen bir ceza mıdır? Erkek olarak libidonuz yüksek olduğunda bu tanrının bir lütfu olarak görülür de söz konusu kadın olduğunda neden böyle değildir?
 
Böyle abuk subuk konular neden aklına takılıyor diye düşünenler olursa şunu söyleyebilirim, "ben normal değilim". Ne oldu da sorun ettim kendime bu meseleyi? Şöyle oldu...
 
Bugün iş çıkışı biri kız biri erkek iki arkadaşımla bir kahve içmeye gittik. Laf açıldı, oğlan, birlikte olduğu kızlardan ve birlikte olmak istediklerinden bahsetmeye başladı. Biz de yadırgamadan dinliyoruz, her şey gayet normal gidiyor anlayacağınız. Hatta kız "ooo, sende az çapkın değilmişsin, yere bakan yürek yakanmışsın" gibi yorumlar yapıyor. Bir noktada oğlanın sözü tükendi. Ben lafa girdim aynı konuyu ben anlatmaya başladım. Birkaç cümle sonra ikisi de sus pus oldu. Ortam buz kesti. Kalakaldım. Bu arada şu an İstanbul'da değil İzmir'deki ofiste bir süreliğine görevliyim ve bu arkadaşları birkaç aydır tanıyorum.
 
Ortamın tadı kaçınca dayanamadım baştaki soruyu sordum... Ikına sıkına cevaplar çıktı ağızlardan. Kız "bir erkeğin yanında anlatma böyle şeyleri sonra ne derler" havasında, oğlan "biz böyle şeylere alışık değiliz, iyi bakılmaz bu tip kadınlara" tafrasında.
 
Oğlana el cevap; "sen az önce ballandıra ballandıra anlattın bize maceralarını, biz huzursuz olmadık", kıza el cevap "sen hissettiğin gibi yaşa, öyle düşünen senden uzak dursun".
 
Böyle adamları ya da kadınları eş olarak istemeyene lafım yok yeter ki herkes hayatını kendi  istediği gibi yaşayabilsin. Kadın ya da erkek olarak mutlu olduğun gibi yaşa ve diğerlerinin de mutlu oldukları gibi yaşamalarına izin ver.
 
Sevgiler, Melissa

İnsanlık

Tekrardan merhaba,

Blogumun adını değiştirdim. Aslında bu tamamen blog cahili olmamdan kaynaklanıyor. Açıklama ile blog adını karıştırmışım.

Bu sabah artık benim de bir blogum var diye düşünerek uyandım. Ne kadar garip? İnsanın hayatına anlam katan yeni şeylere ihtiyacı var. Bunu farketmeden yapıyoruz hayatımız boyunca. Ben 24 yaşımdan beri zaman zaman depresyon ilaçları kullanmak zorunda kaldım. Depresyondan çıkmaya yaklaştığımda hep aynı davranışı sergilemeye başladığımı, kendimi hayata bağlayacak hobiler edindiğimi farkettim. Bu blog da sanırım bunun en son örneği.

Sabah kalktığımda kendimi biraz daha iyi hissettiğimi söylemiştim ya işte bu hissiyat hemen giyimime de yansıdı. Aylardır siyah, gri tonları ve kahverengi giydiğimi farkettim. Bu gün ise limon küfü bir gömlek ile koyu bordo bir mini etek giydim. Ama iş uygun ayakkabıya gelince farkettim ki böyle bir seçeneğim yok. Siyah işimi görür deyip giydim artık, ne yapayım. En azından yüksek topuklu, sivri burunlu, rugan bir ayakkabı seçtim. Saçlarımı at kuyruğu şeklinde topluyordum uzun zamandır. Onları da serbest bıraktım. Kendimi harika hissettim.

Bir blog ve parlayan güneş bu kadar fark yaratabiliyor insanın üzerinde. Ofise girdiğimde ise  insanlar bendeki değişikliği hemen farkettiler. Ancak tepkileri farklı oldu.

Aslında düşünmek için blog sayfama dönmeme bu sebep oldu. Ofisteki kızlardan (kızlar dediğime bakmayın çoğu  yolun yarısına yakın, bazıları ise yarısını geçmiş kadınlar)  bir kısmının benim için gerçekten sevindiğini hissedebildim. Bir kısmının ise benim siyahlar ve griler içindeki halimi görmeyi tercih ettiğini anladım. Biri çıkıp "ooo melissacığım çok frapan olmuşsun aman kendine dikkat et başına birey gelmesin" dedi. Aslında o an "başına keşke bir şey gelse o. karı" dediğini duyar gibi oldum. Bir diğeri beni baştan ayağa süzdükten sonra "kız bu ne hal, ofisi birbirine mi katacaksın sen?" diye gevrek gevrek laf attı. Böyle durumlarda o deli tarafım bastırılamaz  bir isyana başlıyor ve çenemi ne kadar kapalı tutmaya çalışsam da bir delik bulup oradan kelimeler fırlıyor. Aniden "sen de  yarın böyle gel de beraber ofisin tozunu attıralım şeker" deyiverdim ama bu insanın benim patronlarımdan biri olduğu bir an sonra aklıma geldi.

Neyse ki sonradan ofise giren diğer bir patron, hoş bir iltifatla gönlümü aldı da içimde oluşan karanlık birden aydınlandı. Öfkem uçtu gitti.

İnsan olmanın ilk şartı etrafımızdaki diğerlerinin de insan olduğunu bir an bile unutmamaktır bence. İnsan narin bir varlıktır, mutluluk, umut, iyilik olmadan yaşamına devam edemez, etmeye kalkarsa da insanlığını yavaş yavaş yitirir.

Sevgiler, Melissa

 

3 Mart 2013 Pazar

Tanışalım mı?

Merhabalar,

Kafamı toplayıp düşünebilmek ve olanlardan olacaklara doğru bir akış oluşturabilmek için buradayım. Bugün olan biteni, hayatımı, yanlış ve doğrularımı düşünmeye biraz zaman ayırayım demekle olmuyor bu işler. Bir kanepeye serilip düşünme seansı gerçekleştirmek pek mümkün değil. Gün içindeki koşuşturmacamda aklıma gelenleri toparlamak ve biraz düşünmeye konsantre olmak için bir blog'dan iyisi olamaz diye düşünüp bu işe giriştim. Açıkçası bunları birileri okur da bana bir kaç kelam eder, ben de kendi yaşadıklarımı ve düşündüklerimi başka bir gözden görebilirim diye de heveslenmiyor değilim.
 
Kendimi kısaca tanıtıp Pazartesi gününe uyanmak üzere masamın başından kalkacağım. 1977'de İstanbul'da doğmuşum. Kendimi pek bilemediğim bir kaç yılın ardından akıllı uslu ve de süslü bir hanım olarak hayatıma devam etmişim. Üniversiteden mezun olup çalışmaya başladığımdan beri ben anlamadan 13 yıl geçivermiş. Hala bekar, ebeveynleri boşanmış, normal görünürken içinde bir türlü normalize olamayan biriyim.
 
Bazı zaaflarım var. Biraz süse püse özellikle de ayakkabılara pek düşkünüm. Yemeyi içmeyi fazlaca sevmek de bir başka kusurum. Azıcık ukala, biraz çılgın, hafiften tuhaf...neyse iyiye gitmiyor bu cümlenin sonu burada keseyim. Yaratıcılığa, doğaya, sanata tutkuluyum. Hayattan ayrılırken nasıl hatırlanacağımı değil kendi hayatımı nasıl hatırladığımı daha fazla önemseyeceğim sanırım. Mutlu olmak ve mutlu etmek hayatıma anlam katan şeyler.
 
Benden bu gecelik bu kadar. Ne zaman düşünmeye ihtiyacım olursa veya üstünde durmaya değer bir şeyler yaşarsam buraya bir kayıt düşmek niyetindeyim.
 
Sevgiler, Melissa...